AFRİKA SAVANALARINDAN, MEDENİYET-DOĞA İKİLEMİNDE EPİK BİR AŞK ANLATISI
- ipekkur
- 15 Mar 2023
- 9 dakikada okunur
Güncelleme tarihi: 17 Mar 2023

Bir yazarın anıları, özgürce gelişen bir aşk, savanalardan capcanlı, güneş ışığı yağmuru altında görüntüler, vahşi hayat, yerliler, batılı sömürgeciler, aşkın bağlayıcılığı ve özgürlük isteminin kaçınılmaz çelişkisi, bir parmak şıkıyla uydurulabilen bir öykü, bir kahve ve biraz da şarap… Tüm bunlar göz açıp kapayıncaya kadar geçiveren, kocaman, 3 saate yakın, çok renkli, çok boyutlu, detay zengini, ‘kaç kez seyredilse bir kez daha seyredilir’ dedirten bir filmin, aslında bir kuşak sinema sever için de hatıralarda tat bırakmış, o müthiş filmatik görüntülerin sahibi, s-i-n-e-m-a sözcüğünün anlamının her zerresini sonsuza kadar hak eden “Out of Africa”nın türlü türlü yönleri.
“Out of Africa”, fantastik öykünün usta yazarı, hikâye içinde hikâye kuran novellaları ile birçok kez Nobel’e aday olmuş Danimarkalı yazar Karen Blixen’in Afrika anılarını aktardığı aynı adlı otobiyografik kitabının beyaz perdeye uyarlaması. Blixen, 1917-1931 yılları arasında Afrika’da bulunur. Evli olduğu Bror ile kahve çiftliği işletirken, özgür ruhlu avcı Denys ile yakınlaşır. Kitap düz otobiyografiden çok, şiirsel hayal gücünden yıllar sonra süzülmüş epik bir anlatı sunar gibidir.
Bu yazının esas konusu olan sinema uyarlamasına gelince, öykü her ne kadar Afrika’da geçiyor ve medeniyet kıskaçlarından dem vuruyor olsa da bu geniş filmin ‘genre’ını ve ona nasıl yaklaşacağımızı saptama bakımından, politika ya da sömürgeleşme ile ilgili unsurların - evet bu unsurlar filmde var olsa da - filmdeki romantizmin önüne geçmediğine işaret ederek başlayabiliriz. Dolayısıyla filme yapılabilecek, aşk ve Afrika romantizmi ruhuna tamamen yabancı kalan bir postkolonyel eleştirinin adil olmadığını söyleyebiliriz. Bu film, bu anlatı, pek tabii ki sosyolojik/akademik/tarihselci bakış açısını merkeze almıyor; ana konusu bir aşk hikâyesi. Ama, evet üzerinde geçtiği topraktan, onun siyasal hikâyesinden de bir şeyler taşıyor. Sömürgecilerin ve yerlilerin ilişkilerini, buradaki boyunduruk, eşitlenme, alışma, bağlanma motiflerini içeriyor. Fakat sömürgeciliğe yönelik sosyolojik eleştiri ya da duyarsızlığı barındırıp barındırmadığı mevzunun ötesinde bir şey var filmde. “Out of Africa” aşkın kaderi ve Afrika’nın kaderini, özgürlüğün ve bağlanmanın ikilemini birbirine sarmalayarak örüyor. Esas kalbinin attığı yer de burasıdır. Biz de aynı bakışa sadık kalarak “Pollackvari” bu seyirlik âleme birlikte dalalım!
STREEP BEYAZLIĞI, REDFORD HEYKELSİLİĞİ
Sydney Pollack’ın aktör seçimleri Robert Redford ve Meryl Streep ile başlayalım. Redford, Pollack sinematografisinde ilk kez burada karşımıza çıkmıyor. “Jeremiah Johnson”da özgürlüğe ve yalnızlığa ulaşmaya çalışan bir dağ adamı. Bu karakterin Denys’in prototipi olduğu bile varsayılabilir. Av bilmez, iz sürmeyi bilmez, soğuktan korunmasını bilmez adam, medeniyet ile arasına çektiği kalın sınırı sorgular. Öyle ki karşısına çıkan ve kendine dağ kurallarını öğretecek olan yaşlı dağ adamına sorduğu ilk soru; “Bir kadının yokluğuna nasıl dayanıyorsun?” olur. Aşk hikayesinin yolda olduğunu söylemeye gerek yok ve burası tam anlamıyla Pollack alanıdır! Tam bir aktör yönetmeni olan Pollack benzer temalı “Out of Africa”da Redford’u seçerek kendini büyük bir zahmetten kurtarmışa benziyor.
Anlatı gereklerine ve oyuncu yönetmenliği arasındaki ilişkilere dönersek; filmin Afrika ile Redford’u koşutlaştırdığı düşünülebilir. Afrika’nın ilkselliği ve doğallığı sorgusuz bir gerçek gibi ortaya konuyor. Afrika orada, hareketsiz ve duruyor.
Robert Redford da tüm mimiklerinde, değişmeyen veciz sözlerinde, ağırlığında, Afrika’ya benzer bir durağanlık taşıyor ve Karen’ın değişimine feyz oluyor. Karen’ın Afrika’sında ise, kadının dönüştürdüğü ve onu dönüştüren Afrika’yı izliyoruz.


Hem Afrika, hem de Denys'in usta avcı olması, film boyunca aslan imgesinin sık sık belirmesine ve aslan ile mücadele sahnelerine sebep olur. Diğer yandan da tüm bu sahnelere bütüncül bir gözle baktığımızda, özgürlük felsefesi yapan Denys ile bağımsızlık ve güç simgesi aslan arasında bir koşutluk kurulduğunu söylemek mümkün.
Denys’in bedeni film boyunca küt bir duruş sergiliyor; onu kıvrak ve hareket halinde bir sahnede izlemiyoruz. Pollack, vücudunu sabitleyip mimik ve bakışlarını konuşturduğu, adeta putlaştırdığı Redford’u ilkesel cümleler ile donatıyor. Nitekim yine Karen’sız bir Afrika izleyemediğimiz gibi Karen’sız bir Denys sahnesi de izlemiyoruz.
Meryl Streep’in zengin oyunculuğunun Karen’in evreleri için mutlak bir esneklik sağladığı söylenebilir. İlk sahneden itibaren film boyunca kadın karakterde gözlemlediğimiz fiziksel ve bilinçsel değişimde olsun, aydınlanma ve olgunlaşma sahnelerinde olsun birden fazla Karen’a tanık oluyoruz. Streep’in kıvrak zekası ve yeteneği bu dönüşümlerin hikaye ile paralel olarak seyirciye geçişini güçlendirmiş. İlk sahnedeki çaresizlikten son sahnedeki vakur olgunluğa kadar pek çok duyguya bürünen bu yüz ve beden, izleyiciye daha kolay bir analiz imkanı sağlıyor.

Filmde ayrıca Streep’in kendisine has zarifliğinin ve soğuk beyazlığının ön plana çıkarıldığını görüyoruz. Bu Kuzey Avrupa havası ile Karen’ın cinsiyet üstü doğası, hikayeciliği, derinliği bize daha çok geçiyor. Denys karakterine de bunlar çekici gelmiyor mu zaten? Sonuç olarak, bedensel beğeni ve hazzın esiri bir aşk değil birbirlerinin içkin doğalarına hayranlık besleyen iki insanın yakınlaşmasını izliyoruz. Utancını, sevincini, kızgınlığını, çaresizliğini anlattığı her bir sahnede görüyoruz ki Meryl Streep tüm bu duyguların bedensel karşılıklarının matematiğini yazıp ezberlemiştir adeta.
NOSTALJİYE YÜRÜYÜŞ...

Epik anlatı sisli, uzaktan ve anlatıcının zihninin zayıf yansımalarını hissettiren Afrika’dan görüntülerle başlar. Sahneye eşlik eden Mozart “Klarinet Konçertosu”- üstelik de eski bir ses aygıtı olan gramofondan- geçmişe bakış hissini güçlendirir. Mozart’ın hayatının sonlarına doğru bestelediği ve hayatına nostaljik bir bakış hissi içerdiği düşünülebilecek bu eser, kaçınılmaz olarak bir soruyu akla getiriyor: Müzik duyarlılığı çok yüksek bir yönetmen ve film müziği bestecisi ile mi karşı karşıyayız? Genel olarak pek de nostaljik olmayan, ileri bakışlı, çocuksu ve coşkulu Mozart’ın külliyatını çok iyi bilmeyi gerektiren, nokta atışı bir isabet bu. Nitekim, filmin özgün müziklerinin bestecisi John Barry’nin film müziği tarihine damgasını vurmuş müzikleri, iddialı bir film müziği ile karşı karşıya olduğumuz kanısını güçlendirir nitelikte.
Derken, anı evreninden anlatıcının bugünkü dünyasına geçeriz; onun tek kişilik, boş ve yalnız yatağından ayak ucuna doğru ilerleyen kamerada sevgilisinden hatıra gramofonu belirir. İşte tüm içerik bize ilk sahnede verilmiştir bile. Bu bir aşk, yalnızlık ve Afrika hikayesi!
İlk sahnede Danimarka’da yaşayan, evlenmek ve sınıf atlamak isteyen (içinde yaşadığı modern toplumun kabul bunlar) bir karakterden bahsediliyor gibidir. Ama bir dakika! Tam da aynı anda, Karen’ın ülke değiştirme hayalleri ve Bror’ a anlaşmalı evlilik teklifi, kendisindeki uyumsuzluk nüvesini, alttan kendini hissettiren parlaklığı aksettirir. Aslında filmin başında bu evlenme girişimini, bir tür gözü karalık olarak algılarız. Fakat bu atılımcılık, korkusuzluk sık sık karşımıza gelir anlatı boyunca. Baş kadın karakterin korkularından doğan cevval halinin onu sürüklediği her şey olgunlaşmasına, kendisini bulmasına katkı sağlar.

Filmin bu ilk saniyelerinden sonra, birinci Afrika sahnesi gelir! Filmin adına ilham olmuş bu toprakları, John Barry’nin adeta doğanın üst aklını savunan, insanın göğsünü bir mengene ile açan ve savanaların enginliğini içimize dolduran müziği ile seyrederiz. Bu sahnenin ve müziğin büyüklüğünden Afrika’nın filmi sarmalayan tüm duygu ve anlatılarla bir bağı olacağını düşünmemiz kaçınılmazdır! Fakat bu harika müziği kaçıranlar üzülmemeli. Aynı temanın tam versiyonuna eşlik eden muhteşem Afrika manzaralarını, filmin zirvesinde yeniden duyacağız.
İki ülke ve iki zaman arasındaki geçişte görüntü yönetmenini anmamız gerekir. Seyir boyunca bize muhteşem Afrika manzaralarını sunacak olan David Watkin, savanaları Danimarka’dan keskin bir şekilde ayırmış. Kamera önce Kuzey Avrupa’nın yani medeniyetin ölü, durağan, insanı prangalayan sahnelerinde soğuk ama masalsı renklerle anlatıyı destekler. Afrika’ya geçtiğimizde, yönetmenin yaşamın fışkırdığı bu toprakları son derece parlak, yakıcı renklerle bezediğini görürüz.
YALNIZ BARONES

Karen Afrika’da adil tanrının ve İngiliz aristokrasisinin huzurunda Barones unvanını almış ve hayalini kurduğu bu seremoni ile rahatlamış olsa da evliliğinin ilk gününde, Bror’un ava çıkması ile o çok korktuğu yalnızlığın içine geri düşer. John Barry Karen’ın yalnız bırakılışlarına film boyunca “Alone on the Farm” ile eşlik eder. Keman ve flütün yanındaki arpın yarattığı tanrısallık, yalnızlığa katlanan bu kadına ilahi bir yükseklikten bakmamıza da neden olur sanki. Ne de olsa yalnızlık sadece tanrıya ait değil midir?
Karen’ın yalnızlığı, yine hesapsız gözü karalığıyla birleşecektir. Savaş başlamıştır. Şimdi de eşinin yanına savaş karargahına doğru akıl almaz bir yolculuğa çıkarken görürüz onu.
Bu noktada uyarlamanın kaynağına dönelim. Yazarın kitaptaki anlatısına göre, geceleri kan ter içinde boğularak uyanmasına sebep olan olay Afrika’ya geliş yolculuğu sırasında yaşanır. Trende tanıştığı Alman generalin ricası üzerine ona tay satın alan yazar, kolonide yaşayanlar tarafından Alman yanlısı ilan edilmesine ve dışlanmasına sebep olmuştur. Bu sosyal dışlanma; sınıfsal aidiyet ve onay için çırpınan genç Karen Blixen’de büyük korkulara yol açar. Öyle ki savaş bitip masumiyeti kanıtlandıktan sonra bile, yaşlılığında dahi gece uykularından uyandıran panik atakları olur.
Kitapta daha belirgin bir his olarak aldığımız korku ve izlediğimiz sahnelerdeki gözü karalık, Karen’ın yükselişine zemin oluşturur. Öykünün başında Muthaiga’da erkekler kulübünden kadın olduğu için dışarı çıkarılan yazarı filmin ortasında, bu kez yine kadınların olmaması gereken bir yerde buluruz! Erkeklere erzak yardımı getirirken. Yönetmen bir gönderme niteliğinde karargahtaki karşılama komitesine Muthaiga’daki erkekler kulübünden simaları yerleştirir.
Haydi yapabiliyorsanız şimdi de dışarı çıkarın!
“BANA İKİ HEDİYE VERDİ”

Yazar ve avcının ilişkisi, Denys’in Karen’a pusula ve kalem vermesi sahneleri ile paralel ilerler. İki entelektüel obje… Ve uyanış başlar!
Bu sahnelerde Karen’ın egosu okşanırken aynı zamanda içinde kendisinin de pek farkında olmadığı keşifler yaşadığını izleriz. Çünkü Karen’daki hesapsız cesaret kendinden eminlik içermez aksine daha çok korkularının dışavurumu olarak cereyan eder. Ancak insanın gerçek potansiyeli, korkusunun en yüksek olduğu anlarda açığa çıkmaz mı zaten?
Bu sahnelerden sonra Karen’ın olgunlaşmaya doğru ilerleyişine tanık oluruz.
ÖLÜM MÜZİĞİ
Hızlı bir geçişle sahnelenen Karen’ın acılı bir tedavi için Danimarka’ya gidişi, iyileşmesi, değişim ve cesaretle Afrika’ya dönüşü filmi zirveye taşınacak aşk hikayesini de başlatır.
Karen’ın ölüme yaklaştığı bu zamanları anlatan sahnelere John Barry’nin ilahi söyleyen çocuk korosu müziği eşlik eder. Aynı tema tüyler ürpertici bir şekilde Berkeley Cole’un cenazesine ve Denys’in geleceği cuma günü Karen ve yardımcısı Farah’ın uzağı sezen melankoli bakışlarına da eşlik edecektir. Barry’nin bu bestesinin, onun film müziği kanonunun neden baş isimlerinden biri olduğunu da açıklıyor. Müzik dehşet içermiyor; bir kabul ve cennet tasviri çiziyor. Bu haliyle izleyiciyi yoğun acı yerine ışığa geri dönüş rahatlığına taşıyor. Pekâlâ bu sahneler daha ajite ve yürek yakan tınılarla da süslenebilirdi. İşte böylesi bir nokta Barry’nin sanatsal yüksekliğini bulduğumuz yerlerden biri.
YÜKSELİŞ
Ve izleyicinin bir saattir beklediği o yüksek an gelir. Yılbaşı partisinde öpüşen Karen ve Denys’in ilk yakınlaşmasını “God Save the Queen” marşı kutsar. Çünkü Bror’u tamamen geride bırakan Karen artık özgürdür, ah hep değil miydi zaten?

Bu sahneden sonra büyük bir sabırla beklediğimiz aşk anlatısının ilk sahnesini görürüz. Denys, Karen’ı safariye davet etmek için çiftliğe gelmiştir. Kıpır kıpır, yeni filizlenen ve hiçbir bağlılık beklentisi olmayan aşkın ilk anlarıdır bu. John Barry yine çok sevdiği şeyi yapar; keskin bir film müziği zekâsı ile safari davetinin arka planına Mozart’ın KV 136 numaralı Divertimento’sunu gramofondan çalar. Divertimento, klasik dönemin müzik janrları içinde, bir öykü anlatımı içermeyen, yapı kurma telaşı olmayan, dertsiz, tasasız bir türdür. Mozart bu eserini 14 yaşında başarılı bir İtalya gezisi sonrasında coşku ile bestelemiştir. Divertimento tam da bu özellikleri ile yeni başlayan dertsiz aşka uygun düşer.
Film ilerledikçe Mozart eserlerinin tekrarlı ve uygun kullanımı bilinçli bir seçime dönüşüyor. Mozart’ın çocuksuluğu, anlık neşesi, uçuş uçuş, tanrısal bir yaratımla ortaya çıkan besteleri ile Afrika’nın özgürlüğü ve korunmuş ilkselliğinden fışkıran doğasının aynı potadan geldiğini hissettiren müthiş bir film müziği zekasına tanık oluyoruz.
ZİRVE
Safarinin son gecesi bir sevişme sahnesi ile biter ve çiftliğe geri dönen Karen’ın yalnız ve gergin bekleyişi başlar. Evrensel bir tema işlenir: Tamam mı, devam mı?
Seyircide de Karen’da da merak doruktadır! Neyse ki Denys gelir ve tutkulu bir öpüşme sahnesi ile bizi rahatlatır. Filmde açık ve çıplak bir sevişme sahnesi izlemeyiz. Buna yakın tek sahne sonlara doğru gerçekleşir. “Don’t move” der Denys, “I want to move” diye karşılık verir Karen. Hazzın doruğunda, o tek bir anda kalmak mümkün müdür? Medeniyet ve onun gerektireceği bağlanmalar, söz vermeler, sahiplenmeler buna izin verecek midir?
İki aşık bir sonraki anlarını gökyüzünde elele tutuşarak yaşarlar
BARRY'NİN ÖLÜMSÜZ FİLM MÜZİĞİ

Veee.. Afrika semalarında uçakla süzülüşleri sırasında filmin en büyük zirvesine geliriz. Bizi aşktan, medeniyetten çıkarıp ilkselliğe, en büyük özgürlüklere götürür bu sekans. Karen’ın dediği gibi yaratıcının gözünden görürüz Afrika’yı. Barry’nin ana teması şimdi yoğun bir enerji ile açığa çıkar. Bu genişleyen, ağır, lirik ve romantik müziğin içinde, adeta insanlığın daha kelimeler, diller bile yokken yaşamını sürdürdüğü bu topraklardaki varlığını anımsatırcasına bir mırıldanma korosu partisi de eklenmiştir. Temanın filmin son sahnesinde yeniden görünümünde, 'You are Karen, M’sabu' cümlesine eşlik eden flütlü versiyonu esrarlı bir gidiş hissini ne de doğru destekler! Uçuş sahnesi ile özdeşleşen müzik, sanatseverler ve kritikler tarafından "Out of Afrika"yı film müziği kategorisinde zirveye oturtur.
Filmin harika müzikler ve görüntülerle dolu, bu son derece sinematik zirvesi, anlatının baştan beri usul usul işlediği "sahip olma ve özgürlük'' sorunsalını da ince bir estetikle içeriyor. Bu çatışmanın bir çözümünü, anlık olarak ve bir daha tekrarlanmayacak bir şekilde veriyor. Sömürgecilerin Afrika'ya, oradaki güzelliği öldürme pahasına sahip olmaları arzusu ile Karen'ın Denys'e sahip olma tutkusu, göze batırılmadan, incelikli bir şekilde koşutlaştırılıyordu aslında. Afrika'yı boyunduruk altına almak doğru mu? Karen'in Denys'ten bir söz istemesi doğru mu? Afrika semalarında çekilen sahne "Aşkta sahip olmak mümkün mü?'' sorusuna bir cevap niteliğinde. "Elele tutuştukları bir an, yalnız o tek bir anda, evet, mümkün!" Neredeyse, film o tek anın gerçekleşmesi uğruna çekilmiş gibidir.
ALÇALMA
Bu zirveyi dorukta asılı kalan aşıkların düşüşünü başlatan iki kırılma sahnesi izler. Denys, arkadaşı Berkeley’in ölüm döşeğinde bir kadın tarafından şefkatle ve ilgiyle bakılışına tanık olur. Ölüm zaten insana hayatı sorgulatan bir olgu değil midir, elbette yeterince yakınındaysa. Denys’in korkuları duvarlarını kırar ve ona doğadan medeniyete olan ilk adımı attırır! Eşyalarını Karen’a taşımayı teklif eder. İlişkideki bir sonraki adımın gerçekleşmiş oluşu aşk filmi janrının isteklerine uygun olarak Karen’ı mutlu ettiği kadar seyirciyi de mutlu etmiş gibidir. Ancak emin olduğumuz bir şey var ki; medeniyet, tüm bağlanımlarıyla her zaman daha fazlasını isteyecektir.
Buna karşılık arkada bırakılan ilişkideki kırılma çok daha sert olur. Bror’un boşanma isteği Karen’ı tekrar Danimarka’ya, korkuyla kendine eş arayan o genç kadına geri götürür. Şimdi bildiği tek ezberi okuyacaktır. Korkularının girdabında Bror’u nasıl anlaşmalı evliliğe ikna ettiyse, Denys’e de benzer bir ricada bulunur! “O zaman kendine kalacak bir yer bul!”
ÇAKILMA
Çiftlikteki yangın hazin sonu başlatır. Hayat da böyle değil midir? Tüm aksilikler, kötülükler, afetler bir döneme sıkışır. Böyle dönemlerde acı ve yıkıma fazla maruz kalmak insanı nostaljinin bulanık ve dürüst olmayan sularına atar. “Çok mutsuz olduğumda ve artık dayanamayacağımı düşündüğümde daha da mutsuz olmaya çalışıyorum. İşte o zaman eski mutlu anıları düşünüyorum.” diyecektir Karen, bu anıların insana verdiği acının farkındadır. O artık pek çok şeyin farkındadır.

İlk buluşmalarını aydınlık bir Afrika sabahında yapan Denys ile Karen, son danslarını da başlarının üzerinde son kez parlayan yıldızlarla bir Afrika gecesinde tamamlarlar.
VEDA

Genç kadın, sevgilisinin mezarı başında A.E. Housman'ın To an Athlete Dying Young şiirini okuyacaktır. Erken yaşta ölen bir atlet için yazılmış, acıklı mısralar Denys'in keder veren kaderiyle nasıl da uyumludur.
Özgür avcının ruhu bu şiirle ve çok sevdiği Afrika savanaları manzarasıyla onurlandırılmış olur
Son sahnelerde, Denys’in ölümü ile Karen’ın ruhani yükselişinin daha da belirginleştiğini söyleyebiliriz. Gerçek büyüklüğe kader çizgimizin en yüksek olduğu anlarda ulaşmaz mıyız zaten?
İlk sahnelerde benliğinde bir iç kıpırtı, zekasız bir gözü karalık ile izlediğimiz Karen, kendisinin bile farkında olmadığı iradesini ve içkin bir nüve olarak hissettiğimiz özgür ruhunu açığa çıkarır. Derin bir sessizliğe çekilir.
“Don’t move”
Artık, durabilir!
Kaleminize sağlık. Okurken durup durup üzerinde düşündüğüm bir yazı oldu. Daha ne olsun. Başka yazılarınızı da bekleriz.
Güzel yazı için teşekkürler. Uzun zamandır bir filmin gerçekliğini tüm yönleriyle ele alan bir inceleme okumamıştım. Tebrik ederim. Başka konulardaki yazılarınızı bekleriz.